Toplumsal İletişim

İnsanlar yaşamlarını sürdürmek, temel ihtiyaçlarını karşılamak için bir araya gelmek durumundadırlar. Bu gereksinim toplumu doğurmuştur. Toplum, yaşam biçimlerinden kaynaklanan ortak kültüre sahiptir. Kültür, binlerce yıllık bir birikimdir ve ortak beklenti, amaç, inanç, duygu, düşünce ve değerlerden oluşur. İnsan, toplumla iletişiminde kültürel davranış kalıplarını kullanmak zorunda kalmaktadır. Bu davranış kalıpları insanı belli durumlar karşısında evet ya da hayır demek durumunda bırakır. Birey, toplumun beklentilerinin doğurduğu davranış kalıplarının yaptırımlarına verdiği yanıtlara göre, içinde yaşadığı grup, çevre ve toplum tarafından cezalandırılır ya da ödüllendirilir.

Bireyin toplumla bütünleşmesi “ben” kavramından “biz” kavramına geçmesiyle olacaktır. Beslenme ve cinsellik gibi içgüdülerin yanı sıra toplum tarafından benimsenen ya da hoş karşılanmayan tüm davranış kalıpları önce aile sonra okul, eğitim, öğretim, yazılı ve görsel medya v.s tüm iletişim kaynaklarıyla içselleştirilecektir. Toplumsallaşan birey önce ailesinin sonra akrabalarının, komşularının, oturduğu mahallenin, şehrin, ulusun, dünyanın, insanlığın bir parçası olduğunu anlayacak, belli kurallar çerçevesinde diğerleriyle ilişkiler kuracak, belli görev ve sorumluluklar alacaktır. Bu süreçte bireyin benliği gelişir. Kişinin ne olduğu, ne olmak istediği, çevresince nasıl göründüğü gibi konular bu süreçte şekillenir. Anlayış, tutum ve davranış, duygu, beceri gibi özellikler geliştikçe de toplumsal olgunluğa erişilir.

Toplumsallaşma bireyin yaşadığı çevrenin kültürel özelliklerine göre farklılıklar gösterir. Her toplumun şehirden şehre, köyden kente, sokaktan mahalleye kendine özgü alt kültürleri olabilir. Burada kendine özgü gelenek ve görenekler ön plana çıkar. İletişimin sınırlı olduğu, birbirine geçişlerin bulunmalığı alt kültürler birbirlerine yabancılaşır, önyargılar oluşur. Bir alt kültürden yeni bir alt kültüre geçen birey yeni bir toplumsallaşma süreci yaşar. Bu sosyolojide “kültürlenme” olarak isimlendirilir. Kültürlenme toplumsallaşmanın olgunlaşmasını sağlar. Kendi çevresinde toplumsal olgunluğa ulaşan bireyin, kültürlenme sonucu değişik kültürleri tanıması, iletişimde bulunması gerçekçi ve hoşgörülü olmanın yegâne yoludur. Birleştirici, bütünleyici, empatik bir kültür anlayışı böyle gelişir. Bu da gerek toplumsal, gerekse milletlerarası huzurda temel rolü oynar.

Gelenek ya da ananeler bir toplumda kuşaktan kuşağa aktarılan, yaşam biçimini oluşturan davranış kalıpları ve görüşleridir. Bunlar toplumun değişmez ve katı beklentileridir. Toplumdaki bireyleri baskı altında tutar, yaptırımlarıyla topluma uyumu sağlamaya amaçlar. Toplum geleneklerinin dışına çıkmak, toplumun kültürel yapısına göre toplumun dışına itilmekten, suçlama ve cezalandırmaya kadar giden geniş yelpazede yaptırımlara yol açar.

Görenekler yani adetler ise cezalandırıcı, zorlayıcı nitelikleri olmayan, yaptırımı bulunmayan davranış kalıplarındandır. Adından da anlaşılacağı üzere görerek, yaşanarak yapma alışkanlığı kazanılan davranışlardır. Kız isteme, hasta ya da cenaze ziyareti, başlık parası, beşik kertmesi, nişan yüzüğü gibi eylemler görenek tarzı alışkanlıklardır. Görenekler yıllar içinde toplumsal değişime bağlı olarak ortadan kalkabildiği gibi yaptırım gücü artarak gelenek haline de dönebilmektedir.

Gelenek, görenek ve teamüllerin tümü ise töre kapsamı içinde ele alınır.

Toplumsal etkilenme ve akımlardan biri de modadır. Moda, giyimden süslenmeye, evden eşyaya, sanattan eğlenceye yaşamın her alanında ortaya çıkan belli bir süre için benimsenip popülerliğini koruyan davranış kalıplarıdır. Modanın temelinde değişiklik ve özgürlük ihtiyacı yatar. Moda da, değişikliğin insanlar tarafından benimsenmesi ve kullanıma girmesi söz konusu yeniliğin kullanım, etkinlik, teknik, ekonomik anlamda üstünlüğünden değil, çoğu kez yapılan propaganda ve tek yönlü iletişimin etkinliğinden kaynaklanmaktadır. Bazı modalar çok güçlü etki yaratıp, alışkanlık kazanarak gelenek ve görenek haline gelebilirken, bazıları çok çabuk unutulabilmektedir. Modaya uymak günümüzde gruplara kabulü kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır.

Toplumların ortak davranış kalıplarını oluşturmada binlerce yıldır en etkili ve köklü kurum dindir. Çağlar boyu toplumların yaşam biçimi ve din kurumu karşılıklı olarak birbirlerini etkilemiştir. Günümüzde tek tanrılı dinlerin genel kabulü etkinken, halen çok tanrılı, ilkel dinlerden kalma tören ve inanışlar başka isimler, gelenek ve görenekler altında kendini gösterebilmektedir. Tahtaya vurmak, salı günü işe başlamamak, bir yere girerken önce sağ ayağını atmak gibi alışkanlıklar Şamanist geleneklerden gelen batıl inançlar olup, toplumsal kabul görebilmektedir. Tüm dinlerin ortak amacı insanın Tanrı’yla, diğer insanlarla, doğa ve toplumla iletişimini sağlayıp, düzen-denge ve iç huzuru sağlamaktır. Dini kurallar ortak ilke ve simgeleri içerir. Ortak ritüeller, biçimsel uygulamalar, ayinler, törenler ve inançlar dinlerin bütününü oluştururken, sözlü ve sözsüz iletişimlerle birey ile Tanrı ve birey ile aynı dini kabul eden diğer bireyler arasında bağ kurulur. Gelişmemiş toplumlarda dinin gerçek kural ve uygulamalarına, dinsel nitelikte olmayan ama din adına kullanılan yanlış inançlar, yasaklar, simgeler karışabilmekte, baskı amacı olarak kullanılabilmektedir. Din aileler tarafından çocuk eğitiminde de kullanılmakta, günah-sevap kalıpları ailenin istediklerini yaptırma aracı olabilmektedir.

Özellikle ergenlikte kimlik oluşturma döneminde dinsel yaşamla özdeşleşen ve baskı altında kalan gençler, dinsel inanç ve işlemlere daha sık sarılarak bir gruba dahil olma ihtiyacını daha kolay sağlamakta ya da bunlara tepki gösterip, çevre değiştirerek, inançlarını yitirmekte, boşluk hissine düşebilmektedirler. Dinsel niteliği olmayan yasak ve kısıtlamaların din kisvesi altında çocuğa aktarımı gençlerde büyük bocalamalara neden olabilir. Toplumun en köklü ve etkili ahlak kurumu olan din, istismar edilmediği sürece bireylere dirlik ve düzenlik vermesi noktasında her zaman değerini ve saygınlığını koruyacaktır.

Davranış kalıplarına uyumu sağlamak dini kurallarda günah kavramına bağlanırken, laik hukuk devletlerinde yasalar yaptırım gücüne sahiptir, yasalara uyum ise ceza kanunlarıyla sağlanmaya çalışılır. Yasalar da canlıdır ve toplumun gelişimine ve ortak vicdana uymak durumundadır. Bir dönem suç olan bir davranış, bir süre sonra suç olmaktan çıkabilmekte, başka dönemlerde suç olan bir davranış, bir süre sonra suç niteliği kazanabilmektedir. Siyasi ortama göre değişen suç nitelikleri, yasaların kişiye ve düşünce içeriğine göre farklı uygulanması, hukukun etkinliğini ve üstünlüğünü zedelemekte, insanların gerek birbirleriyle, gerekse toplum ve devletle iletişimini bozmakta, suça meyilli, mutsuz, huzursuz, sevgisiz, birbirine güvenmeyen bir toplum oluşmaktadır.

Ülkemizdeki trafik sorunu da kişilerarası iletişim bozukluğunun önemli göstergelerindendir. Trafik eğitimindeki yetersizlik kaza oluşumunda büyük rol oynamakla birlikte ben merkezli insan yapısının da rolü büyüktür. Denetim olmadığı zaman üst düzeyde eğitim görmüş, kültürlü olarak nitelendirebileceğimiz bireyler dahi rahatlıkla trafik kurallarını çiğneyebilmektedir. Birçok kişi için arabası ekonomik üstünlük ve statü sembolüdür. Birey arabasıyla özdeşleşmekte, arabasıyla ilgili olumlu ya da olumsuz bir tepkiyi kendi kişiliğine verilmiş gibi algılamaktadır. Böyle bireyler kişilik yapısını trafiğe yansıtmakta ve büyük trafik karmaşasına yol açmaktadır. Burada bizim gibi gelişmekte olup, belli teknolojik ve kültürel gelişim düzeyine ulaşmamış toplumlarda, trafik kuralları gibi toplumsal düzene ait kuralların, halk tarafından benimsenip, içselleştirilmemiş olması söz konusudur. Toplumsal kurallar, halk tarafından ortak davranış kalıbı olarak benimsenip, duygulanım ve bilişsel süreçte otomatikleştiği anda birçok sorun çözülecektir.